MİTOLOJİK DÜŞÜNCE NASIL OLUŞTU?



İnsanın doğadan kopuşu, onun üzerine düşünmeye başladığı anla birlikte başlar. 

Damla Pınar Kürkçüoğlu



Duyumlamanın düşünce yoluyla belirlenmesiyle algılayan insan, algıladıkları üzerinden de anlam yaratır. Bu anlam yaratma süreci tamamıyla insana özgüdür. İnsanın kavramlarla doldurup hareketlerle inşa ettiği kültür, geliştiği oranda da insanı doğanın dışına sürükler. Doğaya sırt çevrildiği ölçüde de duyumlamadan düşünmeye yol alınır.

Düşünme kendi kendine bir etkinlik olamaz. Çünkü düşünme “bir şeyin üzerine düşünmedir.” Dış dünyadan alınan bilgi, belli sistemsel düşünmelerle soyutlanır, kavramlaştırılır. Bu, dış dünyanın imgesini alımlayan insanın hayal gücüyle tasarladığı bir süreçtir. İnsan kültürel bir varlık olarak varlığını sürdürdüğü müddetçe bu soyutlamayı yapmaktadır. Soyutlamalar üzerine ideal bir düzlemde uzlaşılır ve bu uzlaşımlar dış dünyadan bağımsız ideal nesnelerdir.

Doğa anlamı insana doğrudan taşımaz. Anlamı insan kendisi yaratır. Dolayısıyla anlam doğal değildir ve insanın esas problemi burada başlar. Ancak anlam verme yine de “bir şey üzerine” olduğundan, tümüyle doğaya vakıf olamayan insan her şeyi bir anda anlamaya çalışmaz. Duyumlar, bilgi sürecinde işlenmediği sürece imge (phantasia) olarak bulunur. Tüm bu duyular karmaşasında yönünü bulmanın yolu ayrıştırmaya başvurmaktır. Böylece değerler ortaya çıkar.

Hume’a göre, “Düşünmenin yapıcı gücü, duyumlarla edindiğimiz gereçleri birleştirmek, değiştirmek, genişletmek ya da daraltabilmekten ileri geçemez; düşünmenin bütün gerecini dış deney ile iç deney sağlar; zihnin gördüğü iş, yalnız bu gereçleri bağlamak ve birleştirmektir.” Bu görüşe göre bir “Pegasus” fikri aslında bir “kanat” soyutlamasıyla “at” soyutlamasının birleşmiş halidir. Gerçeklikte var olmayan mitolojik bir varlık, duyumlamayla elde edilen soyutlamalarla kurulur. Doğayla ilişkileri değişen insanın da düşünceleri ve üretimi aynı şekilde değişmektedir. Evrene bakış açımız ona ilişkin tasarımlarımızı oluşturduğu gibi, tersinden bir düşünme şekliyle tasarımların altında yatan paradigmaya ulaşmak da mümkündür. İnsan yaşamını bir yerlere dayandırmak zorundadır. Bunun için bir takım düşünceler ve tasarımlar yaratır. “Mitologia” insanoğlunun eline geçen ilk tasarımlardır.

Bu yüzdendir ki ilk felsefeler, zamanının bilim insanları olarak da sayılabilecek doğa filozofları tarafından, mitolojik kurgulara dayanan doğa düzenini tarafsız olarak gözlemlemeye dayalıdır. Değerler tanrılara uygunluğu bakımından yargılanırken, Thales’le birlikte insanoğlu düşünmeyi sistemli hale getirmiş ve felsefe yapmaya başlamıştır. Modernizme kadar bilim ve din arasındaki bağın tamamıyla koptuğu görülmez ve insanın, mitolojiyle birlikte ürettikleriyle bilimsel birikimi sırt sırta ilerler. Biri diğerini sürekli bir şekilde dönüştürür. İlk mitolojilerde var olan antropomorfik bakış açısı, doğaya insansı tanrıların işi olarak bakmaya sevk ederken; Ortaçağ’da anlamın kaynağı değişir, kutsal kitap ve dogmalara dönüşür. Mitolojilerde doğayla birlikte yaşayan insanı görmek mümkünken, Ortaçağ’da kendini tanrıya adayan insanı görürüz. Evrene bakış açısının, insanın değerler sistemi üzerindeki etkisini böyle takip edebiliriz.

İnsanın mitolojileri yaratımında kullandığı imgesel düşünüş, düşüncenin kendisinin oluşumuna hizmet eden bir basamak olarak da işlev görür. Bu anlamda geçmişte mitolojilerle hayatının devamlılığını sağlayan, doğayı anlamaya çalışan insan, zaman içinde farklı tekniklerden yararlanarak aynı amacı farklı şekillerde gerçekleştirmiştir. Modern insan, mitolojilerle yaşayan insandan farklı olarak doğanın büyüklüğü karşısında diz çökmek yerine, onu, değiştirip dönüştürebileceği bir alan olarak görme eğilimindedir.

David Hume “İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma” adlı eserinin 10. bölümü olan “Mucizeler” de deney bilgisinin de olgulara dayanan nedenselliğe dair bir inanç olduğunu belirtir. Duyularımızın doğruluğuna ilişkin kuşkular bu kadar açıkken, duyu verilerimizin salt tekrarına dayanan bir nedensellik ilkesinden ve dolayısıyla buna bağlı kurulmuş hakikate dayalı bilimden bahsedilemez. Bu açıklama bilimsel bilginin reddine ilişkin değildir. Yalnızca doğayı anlamlandırma serüvenimizde bulunduğumuz konumun değişmediğine ilişkin bir söylemdir.

Yanardağların patlamasını devlerin savaşı olarak yorumlayan insan, rasyonel düşünceyle birlikte başka bir inanç biçimi olan deneylerle açıklama yapma gayretindedir. İnsanın doğayı beş duyusuyla algılayışından başka bir referansı olmayışı bu durumu zorunlu kılmaktadır. Yine Hume’a göre tarihe dair bilgimiz tanıklıklara bağlıdır. Ama tarihe duyduğumuz güven tanıklıkla gerçek arasında algıladığımız bir a priori bağlantıdan gelmez. Kurduğumuz bağlantılar alışkanlıklarımıza dayalıdır.

Bu görüşlerden yola çıkarak, en doğaüstü varlığın dahi doğanın kendisinden alımlandığı sonucuna ulaşabiliriz. İnsan, en yaratıcı fikrini dahi birbiri içine girişik parçalama ve birleştirme eylemiyle gerçekleştirir. Bu tür nesnelerde kültürel olarak eklemlenmiş unsurları, o kültüre dair bildiklerimiz çerçevesinde bulmamız da mümkündür.

Yorumlar